Literatür

Milli Meseleler..| NEVZAT KÖSOĞLU



Ülkemizde günlük siyasetle millî meseleler giderek birbirine karıştırılıyor; millî mesele diyebileceğimiz bir kategori neredeyse yok oldu. Uzun süre Kıbrıs millî meselemizdi ve siyasî meselelerle birlikte tartışılmaz, konu üzerindeki millî mutabakat zedelenmezdi. Epey bir süredir o da günlük siyaset çekişmelerinin arasına girdi ve birilerinin alıp sattığı bir meta düzeyine indirildi. Kim yapıyor bunu?

Daha doğrusu yapan Türk toplumu da, yaptıran kim?

Değerli tarihçi Şükrü Hanioğlu uzun bir yazısında komplo teorilerini inceliyor ve sonunda, günümüzde istihbarat örgütlerinin kullandıkları yöntemlerden birinin bu olduğunu söylüyor. Her türlü ilişki ağlarının yoğunlaştığı dünyamızda, olayları kavramakta ve açıklamakta sıkıntı çeken insanın önüne, tek boyutlu Kel Oğlan masallarını andırır, olağanüstü basite indirgenmiş şemalar konulur ve basit idrakler bu şemalara oturarak istedikleri çözüme kavuşmuş olurlar. Ondan sonrası kolaydır; yumruklarını sıkıp "Kahrolsun!..." diye bağıracaksın; o kadar. Ne bilmek, ne düşünmek ne de kendine düşen bir sorumluluk var mıdır, diye sormaya gerek yoktur.

Toplumların kamuoylarını yönlendirmenin en kolay ve etkili yolu bu olsa gerek

Hangisinin diğerini tetiklediğini bilmem, ama komplo teorileri ile siyaset hayatımızın gittikçe seviye kaybetmesi arasında ilişki olduğunu düşünüyorum. Özellikle okumuş kesimlerimiz siyaset sohbetlerini mahalle pazarına çevirmiş haldeler; her şey almıyor, satılıyor: Cumhurbaşkanı ülkeyi yahut bir tarafını satıyor, Başbakan enerji ihalelerinden pay alıyor, emniyetin üst kademelerinde neler oluyor neler!... Hangi partili olursa olsun, vicdanı olan, vatanına, devletine bağlı normal bir insan bunları dinlerken korkudan yahut şaşkınlığından baygınlık geçirir. Vatan satmak ne zamandan beri bu kadar ucuzladı, semt pazarlarına düştü? İster bürokrat ister siyaset adamı olsun, devlet sorumluluğu yüklenmiş insanlar hakkında böyle endazesiz laf savurmak kültürümüze ne zaman girdi?

Pek de yeni değildir, diyenleriniz olduğunu duyar gibiyim... Bu işimizi zorlaştırıyor; ama özellikle biz milliyetçiler zor yollarda yürüyüp milletimiz için kolaylaştırmak zorunda değil miyiz?

Size İnönü'nün söylediklerini anlatayım. Kırk yıl boyunca yetişen bütün nesillere Sultan Vahdetdin'in milletini sattığını ve Sadrı-azam Damat Ferit Paşa'nm vatan haini olduğunu bellettikten sonra, Sabahatdin Selek'in, " Paşam, Damat Ferit haindi değil mi?" diyen sorusuna şu cevabı vermiştir: " Haayır! Hiç bir sadrıazama vatan haini denilemez. O bizden farklı düşünüyordu. İngilizlerle görüşerek sorunları çözebileceğini zannediyordu. Gerçi bize çok zahmetler çektirdi, ama bir Sadrazam hain olmaz!

Hiç değilse biz milliyetçiler, mülkün sahibinin kendi mülküne hain olamayacağını, Sultan Vahdetdin'in son Türk Hakanı olduğunu ve Türk tarihinde hain sadrıazam bulunmadığını, İnönü'nün sözlerinden önce de bilmek zorunda değil miydik? Türk milleti'nin büyüklüğüne inananlar biz değil miydik? Millete öncü olmak, millî idraki uyanık tutmak, ona en güzel örneği sunmakla yükümlü bizler, siyaset sahnelerinde de, sohbetlerinde de çıtayı yüksek tutmak zorunda değil miyiz? Biz başaramazsak kim başaracak?

Öyle yanlışlar yapılıyor, öyle düşünülmemiş sözler söyleniyor ki, nitelemekte sıkıntıya düşüyoruz, deniliyor. Doğrudur, ölçülü olmak, siyasetin düzeyini korumak zaten bu durumlar içindir.

Şimdi ben size bir tarih hatırlatması yapacağım; geçenlerde bir gazetede çıkan mülâkatımdaki tek bir cümlenin açıklamasını yapacağım; umarım bu uyarı sayın başbakanımızın kulağına kadar gider ve bir yanlış söylemden vazgeçmesine vesile olur.


Bahsi geçen mülakatta sözünü ettiğim cümle şudur: Türkiye Cumhuriyetinin kurucu ilkelerine dokunulmamalıdır. Bu cümlenin tarihi arka planı da şudur:

Her devlet, kuruluşunda devlet hukuku açısından belirli bir anlayış ve ilkeler üzerine bina edilir. Sonraki zamanlarda bu anlayış ve ilkeleri değiştirmeye kalkmak, yeniden devlet kurmaktan daha zor ve problemlidir. Biz bu deneyi bir kere yaşadık, sonucunu gördük. Eğer devletimizi yönetenler tarihî tecrübeye kör kalırlarsa, milletimizin sağduyusuyla buna imkân vermeyeceğini gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum. Çünkü o geçmiş tecrübeyi yaşarken de milletimiz karşı çıkmış, alay etmiş ve gecesini gündüzüne katarak Devlet-i âliyye için çalışan bir sadrazamın cenazesinde, tek bir kişi bile hüsnü şahadette bulunmamıştır; yani, imam efendinin merhumu nasıl bilirdiniz? sorusuna, "İyi biliriz" diye cevap vermemiştir. Bunun bir Müslüman için ne demek olduğunu varın siz düşünün...

Osmanlı Devleti'nin devlet hukuku, Müslümanlar ve gayri Müslimler ayırımına dayanır. Gayrimüslimler devletin koruması altında her türlü hak ve hürriyete, sahip olup, kültürlerini dilediklerince gerçekleştirebilir ve dillendirebilirlerdi. Ancak, kamu haklarına sahip değillerdir; yani devletin yönetim kademelerinde, ilmiye, kalemiye, seyfiye (Askeri ve idari yönetim erbabı) sınıflarında yer alamazlar; bu alan Müslümanlara aittir. Beş yüz yıldan beri böyle olagelmiştir.

Osmanlı zayıfladıkça Rusya ve batılı büyük devletlerin müdahaleleri de artmaya başlamış ve ayrılıkçı temayüller gayrimüslim tebaa arasında yayılmıştır. Yabancı devletler Osmanlı yönetimine müdahaleyi bir hak haline getirerek anlaşmalara sokmaya çalışmış, en azından anlaşmaların bazı maddelerine dayanarak böyle bir haklarının var olduğunu ileri sürmeye başlamışlardır. Yer yer diplomatik nezaket kurallarını çoktan geride bırakan bu tür müdahaleler yanında, imparatorluktaki gayrimüslim unsurları da doğrudan doğruya müdahalelerinin bir aracı haline getirmek istemişlerdir. Bu maksatla gayrimüslimlere de Müslümanların sahip olduğu kamu haklarının verilmesi yani, devletin kurucu anlayış ve ilkesinin değiştirilmesi istenmiştir.

Sultan Mahmut zamanında fikri zemini hazırlanmaya çalışılan bu hamlenin ilk adımı 1839 Tanzimat Fermanı ile atılmıştır. Ancak bu fermanda kamu alanında eşitlik yoktur. Daha sonra, İngiliz donanmasının boğazda demir attığı bir vakitte yayımlanan 1856 Islahat Fermanı ile bu siyasî haklar da verilerek "gâvur-müslüman eşitliği" sağlanmıştır. Eski Sadrıazam Mustafa Reşit Paşa uzun bir layiha yazarak Padişah'ı uyarmış ve ülkede büyük ayaklanmalar olabileceğinden bahsetmiştir. Birçok devlet erkânı benzeri korkular yaşamıştır. Korkulan büyük ayaklanmalar olmamış, ancak ufak çaplı bazı olaylar yanında Müslüman unsur bu eşitliği hiçbir zaman içine sindirememiştir. "Bundan böyle gâvura gâvur denilmeyecek" gibi alayların yanı sıra Müslüman ahali " Eba ve ecdadımızın kanları bahasına kazanmış oldukları bir mukaddes hakkımızı kaybettik; bizim için matem edilecek gündür." Diye her yerde yakınmış, sızlanmışlardır. Ve bu fermanın mimarı olarak bilinen Âli Paşa'nın cenazesindeki binlerce Osmanlı, döneminin en iyi yetişmiş, en zeki ve birikimli bu aydınına helâllik vermemiştir. Cevdet Paşa diyor ki, "Cenazelerde hüsnü şahadet ve helâllik istemenin ne demek olduğunu ben Âli Paşa'nın cenaze töreninde anladım". Âli Paşa'nın hangi baskı ve sıkıntılar altında bu fermana imza koyduğunu detaylarıyla bilmese de, iyi kötü halk da anlıyordu; ama yine de affetmedi.

Bugün artık tartışılamayacak bir tarihi gerçek olarak biliyoruz ki, sözü geçen

Fermanlar, muhtelif unsurları kardeş etmek yerine ayrışmalarını hızlandırmıştır.

Fermanların ardından Meşrutiyet gelmiş ve gayrimüslimler de Müslümanlarla birlikte Meclis-i Mebusan'da yerlerini almışlardır. Bu süreç Osmanlının fiilen parçalanma dönemi.

Devletin kurucu ilkesinden vazgeçip, Müslim-gayrimüslim eşitliğinin ilke haline sokulması Rusya ve Avrupalı devletlerin zorlamalarıyla olmuştu; zamanın yönetici ve aydınları için bu apaçıktı. Şimdi, engellene-meyen bu gelişmeyi, yeni bir kurucu anlayış ve ilke olarak millete kabul ettirmek ve sindirmek gerekiyordu. İşte Osmanlılık söylemi bu işlevi yüklendi.

Osmanlılık kavramı o güne kadar da vardı ve sıkıntısız kullanılıyordu; ama ittihad-ı anasır anlamında kullanılınca, bu ittihada Türklerden başka katılan olmadı. Gökalp diyor ki, "Bu da tabiîydi; çünkü devletin asıl sahipleri olan Türkler, devletin devamı için kendilerini unutmaya razı idiler". Diğerleri ise ayrışmayı hızlandırarak Dünya Savaşı'nın eşiğine geldiler.


O güne kadar Avrupa'da Osmanlı-Müslüman ve Türk, eş anlamlı olarak kullanılıyordu. Biz genellikle Osmanlı yahut Müslüman derken Avrupalılar Türk olarak isimlendiriyorlardı; devletin adı da, Müslümanların adı da Türk'tü.


Millî Mücadele sonrasında dikkatle ve ısrarla yeni bir devlet kurulduğu görüntüsü ve intibaı verilmeye çalışıldı; ancak, kuranlar da Osmanlı idi, yeni Cumhuriyetin kurumsal çekirdeği de Osmanlı idi. Devletin resmî söylemlerinde farklı seslere dikkat edilirken, temeldeki anlayış da Osmanlı idi. Bunu şöyle açalım:

Kuruluş yıllarında milliyetçilik söylemi yer yer aşırı sapmalara varırken -meselâ ırkçılığa giderken- Devlet fiilen Osmanlı anlayışını devam ettiriyordu; yani Müslümanlar kurucu unsur olarak ve tek millet olarak kabul ediliyor, gayrimüslimlere azınlık hakları veriliyordu. Bu tek millet 1924 Anayasası ve bütün sonrakilere Türk adıyla girmiştir. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında ve okumuşlar arasında Türk'ün Müslümanla eş anlamlı olduğu yolunda sessiz bir anlayış ortaklığı olduğunu düşünebiliriz. Halka gelince o zaten Müslüman kimliğini ortak bir ifade olarak görmeye devam ediyordu.

Günümüzde, bazı kavramları yanlış kullanarak Kürtçülere yardaklık edenlerden, bilmediği konularda kendilerini yetkin zannedenlere veya konuşmaya mecbur hissedenlere kadar birçok insan çokça konuşmaktadır. Bunlar kamuoyunu etkilese, zihinleri bulandırsa da önemsemeyebilirsiniz. Ama Cumhuriyetin Başbakanı da ısrarla aynı yanlışı vurgulayıp duruyorsa, külahımızı önümüze koyup düşünmek zorundayız demektir..

Ayrıntılara girmeden, Cumhuriyetin kurucu anlayış ve ilkelerini tahrip eden söylemlere dokunabiliriz. Önce, Sayın Başbakan'ın her seferinde Türkler, Kürtler, Çerkezler... diye başlayan konuşmalarına işaret etmeliyiz. Sayın Başbakan, yukarıda işaret ettiğim ve Türk adı altında toplandığını söylediğim birliği, önce bölüp, unsurlarına ayırıyor, ardından, biz hep beraberiz deyip yapıştırmaya çalışıyor. Osmanlı da aynen böyle yapmak zorunda kalmıştı; ama ingiliz donanması Boğaz'da ve saray'ın karşısında idi... Cumhuriyet eğitimini asimilasyon yapmadı diye suçlayamayız; ama onun zaaflarına dayanarak kendi varlığımızı da tehlikeye sokamayız. Yaşar Kemal sık sık, "Ben Kürt kökenli Türk Romancısıyım" deyip duruyor; onu anlamak gerekmez mi? Yaşar Kemal elbette ki Türk'tür; onu bir etnik gruba mal etmeye çalışmak ırkçılık yapmak olur; Yaşar Kemal de bunu reddediyor, biz de. Çünkü Yaşar Kemal'in milliyetini mensup olduğu soy değil, yaşadığı ve yarattığı kültür belirlemektedir; hepimizin olduğu gibi.

Sayın Başbakanımızın danışmanlarının ısrarla harekete geçmelerini ve ona şu gerçekleri bir kere daha açıklamalarını isteriz: Konuşmalarındaki ifade tarzı, Türk'ü de diğerleri gibi bir etnik topluluk adı olarak anladığı izlenimi veriyor; kesinlikle yanlıştır. Türk, tarihin hiçbir döneminde bir etnik grup veya Türklük de bir etnisitenin adı olmamıştır. Batılıların anlayışına dokunmuştum. Türkistan çevresinde ise Türk, Anadolu'daki Türkçe konuşan halkın adıdır; bir etnisite değildir. Bu halk tarihinin hiçbir devresinde bir başka büyük kültür içinde kültürel bir ada olarak yaşamamıştır yani etnik azınlık olmamıştır. Olan ufak gruplar ise genellikle asimile olmuşlardır.

Sayın Başbakanın konuşmalarında sıraladığı ve etnik gruplar olarak sunduğu çeşitlemeyi, bir vakitler Yunanlılar kırk altı çeşit olarak saymış ve Anadolu'nun bir yamalı bohça olduğunu yayınlarıyla dünyaya ilân etmişlerdi. Şunu söylüyorum ki, Sayın Başbakanın çeşitlemesinde adları geçenler farklı bir etnisite değillerdir. Öyle olmadıkları için de, Gürcüler, Abhazlar, Osetler ve başkalarını sayınca sadece o insanların soy kökenlerine işaret etmiş oluyorsunuz. Sadece soy kökenleri ayrı olduğu için onları milletimiz içinde adacıklar olarak farklılaştırıp, ayırıyorsunuz. Ve sadece soy kökenleri farklı olduğu için onların şuurlarında farklılık gölgeleri, imanlarında sarsılma yaratıyorsunuz. Önce bölüyor sonra hep beraberiz diye yapıştırmaya çalışıyorsunuz. Bu nasıl bir usûldür? Bu insanların kendilerini Türk milleti içinde görmediklerinden bu kadar emin misiniz?

İlkokulların yeni eğitim yılında aynı şey ilk ders olarak yapıldı. Çocuklara soy kökenleri hatırlatıldı, hepsinin farklı soydan oldukları anlatıldı, sonra, kucaklasın birlik olun denildi; Türk milletinin böyle olduğu telkin edildi. Okuyucularım beni, bu olayı nitelemekten kaçındığım için bağışlasınlar. Sadece Sayın Başbakana Bediüzzaman'ın bir uyarısını hatırlatayım: Diyor ki, iyiyi anlatmak için kötüyü örnek göstermeyin, doğrudan doğruya iyiyi anlatın; çünkü siz iyiyi anlasın derken, karşınızdaki zayıf ruhlar kötünün etkisinde kalabilirler.


Körpe ruhlara, bütün bu karmaşadan uzak birdirbir oynayan yavrucaklara bu yapılır mı? O çocukların ruhları zedelenmiş, zihinleri örselenmiş olmaz mı? Benim ümidim, çocuklarımızın hiç birinin, öğretmenlerinin de içine sinmeyen bu bölücü oyunu anlamadıklarındadır...

Niçin bu söylemin ırkçılık olduğunu vurguluyorum? Çünkü etnisite toplumsal bir kavramdır ve bir tarifi vardır; rastgele kullanılamaz. Ana kültür içinde, farklı bir soydan gelen ve farklı bir kültürel yapıya sahip olup, kültürel yaratıcılığını devam ettirebilen yapılar etnisite olarak nitelenir. Başka yazılarımda konuyu genişçe işlediğim için fazla açıklamaya girmeyeceğim. Ancak burada kilit niteliğinde olan unsur, kültürel yaratıcılığını devam ettiriyor olmasıdır. Bunun için de o topluluğun belirli bir coğrafyada ve yoğun bir biçimde yaşaması gereklidir. Türkiye'nin dört bir yanına yayılmış olan insanların bir kesiminin soy kökenlerinin farklı olması, sadece soy kökenlerinin farklı olduğu anlamına gelir; onları ayrı bir etnisite yapmaz.

Bu devlet hiçbir zaman ırkçı olmadı, soy kökenine göre ayırımlar yapmadı, kuruluşunu da böyle bir ayırıma dayandırmadı. Örnek aldığımız Avrupa'nın bu konudaki iki yüzlülüğünü görecek kadar uyanık olalım: Batılı literatür kendileri için kültür bütünlüğünü, başkaları için farklılıkları ve bu farklılıklarla birlikte yaşama yollarını öğütlemektedir.

Avrupa bu merhemi önce kendi başına sürmelidir.

****
“Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama sahip olabilmiş hükümdar yoktur."

NECİP FAZIL'IN ATATÜRK'ÜN VEFATINDAN
SONRA KALEME ALDIĞI YAZISI:


“Son on beş gündür her sabah yatağımızdan kalkıp Dolmabahçe Sarayı’nı yerinde bulduktan sonra, ona varlık ve mana izafe eden unsurun yok olduğuna inanabilmek, yaban bir idrak işkencesi; Atatürk’ten bir parça halinde kalan bir çok şey arasında onun yokluğu, merkezi olmayan bir daire tasviri gibi, içinden çıkılmaz bir muhal hissi veriyor. Fındığın kabuğunu kırmadan içini yiyen korkunç bir sihirbaz edasıyla ölüm, Atatürk’ü hüviyeti etrafındaki büyük zarfa el değdirmeksizin aldı götürdü.

Ölüm, her insanda basit bir tezahür farkı ile aynı marifeti tekrarlamasına rağmen; bu son misalde bulduğu müeyyide kudretini, bütün tarih boyunca sık sık ele geçirebilmiş değildir. Yaratıcının, bir defa bile şaşırmamaya memur sadık işçisi, bu misalde kudretinin her zamanki mevzuu ile mevzuunun bu defaki kudretini bir araya getirdi. Mahalleden bir ölü çıktığı zaman o semt, ister istemez kendisine bir alaka payı düştüğünü kabul eder. Ölümünün mücerred sirayet ve ihtarı küçük küçük bir mesafe yakınlığını, bir nevi akrabalık haline getirdi. Fakat ne de olsa ölen ne kadar içtimai ve herkese ait hüviyet taşırsa taşısın bu bağ, kan ve his yakınları karşısında, sadece yapma bir zihin telaşı uyandırmaktan ötürü bir acı duyurmaz. Bütün dünyada, kralına anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu defa ki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. Evinizdeki bir kahve fincanının çatlaması, bize Yedikule surlarının çöküşünden daha tesirli geldiği halde; bu defaki ölümü hepimiz, fi’li ve şahsi bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk. İçtimai ölüler arasında her evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısı kadar azdır.

Hiçbir Türk, kendini, devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit etmezdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama sahip olabilmiş hükümdar yoktur. Avrupa’nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle, askeri kıt’alarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki garp, Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan milli kahraman’ın ölüsü karşısında da hiçbir protokol kaidesinin olmadığı ve hiçbir garplının bir yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkarmaktadır.

Atatürk’ün gözleriyle görmediği bu manzarayı biz yalnız gözlerimize bırakmayarak kesin bir delalet halinde şuurumuza indirmekle mükellefiz O Türk’e, hem Türk’ü, hem de Avrupalıyı inandırabildi. Tarihte büyük bedbinlerle (kötümserler) büyük nikbinlerden (iyimserler) ibaret iki sıra kahraman vardır. Her şeyi karanlık gören, aydınlığı aramaya doğru gizli bir cehde, aydınlık gören de, öldürücü şartlar karşısında kırılmaz bir mukavemete gebedir.

Bence bu fikirlerin ikisi de, dava ve aksiyon doğuracak çapta olmak şartıyla, kurtarıcılara mahsus vasıflardandır. Bedbin kahraman bizi, vücudunu görmediğimiz bir hayata indirmeğe, nikbin kahraman da vücudunu görmediğimiz ölüm tehlikesinden kaçırmaya memurdur. Atatürk’ün ruhi maktalarından (kesitlerinden) bence en alakalısı, o’nun yılmaz ve hezimet kabul etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşsiz nikbinliği, başta ve sonda, biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle vesikalandırdı.

Birinci vesika; bir millet için esaret ve mahkumiyet anının bir vakıa halinde teslim edildiği hengamede bu vakıaya inanmayan tek adam o idi. Bütün dünya ile birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit, o inanmadı. Bu Atatürk’ün millet ufkuna doğuşu ile başlayan ilk ve büyük nikbinliğinin tecellisidir.

İkinci vesika; milli kahraman, hasta döşeğinde günden güne fenalaşırken yakınlarından itibaren bütün Türk milleti’ne kadar herkes ağır bir ümitsizlik içinde boğuluyor; fakat kendisi bir çocuk gibi saffetli, ayağa kalkacağı, otomobiline veya motörüne bineceği dakikayı bekliyor, ölebileceğine bir an bile mümkün gözü ile bakmıyordu. Bu da sonuncu tecelli.

Atatürk, başlangıçta milletinin; sonunda da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu iki nikbinlik tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı. Fakat koca bir millete hayat vesilesi getirmiş bir kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için onu ikinci tecellide de haksız bulamayacağız.” 25 Kasım 1938
***





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hafıza-ı Beşer (25) Kurban Yazoğlu, Kurban Yılmaz, Ali Kemal Kumkumoğlu,İsmet Çakal

Hafızai Beşer (11) Naci Memiş, Bünyamin Kutluer, Metin Sezer, Erdoğan Kadakal, Cahit Altay

Hafızai Beşer (8) Oflu Osman, Asım Hancı, Prof. Dr. Semra Kahraman, Salih Cengiz, Nizam Sayın, Muhsin Bayburtlu,